audio
audioduration (s)
0.3
34.8
text
stringlengths
32
296
Dünyanın aynı olmayacağını biliyorduk. Birkaç insan gülüyordu.
Birkaç insan ağladı. Birkaç insan sakin oluyordu.
Hint-i Hint-i Hint-i Gita'nın sözlerini hatırladım. Hint-i Hint-i Hint-i Gita'nın sözlerini hatırladım.
Birkaç insan gülüyordu. İşin derin felsefik kısmına girmiyorum.
Siz az sonra anlatacaklarımı dinleyince kendi kararınızı verirsiniz. Zaten bu adamın hakkında hem dünyada hem de ülkemizde onlarca video yapılmaya başlandı.
Ama bu videoyu yapan kanallar daha çok işin bilimsel kısımlarından, Oppenheimer'ın bilime katkılarından vs. bahsediyor.
Yani ben de bahsedeceğim ama dediğim gibi benim bu podcasttaki ana düşüncem bu adamın iyi bir adam mı yoksa kötü bir adam mı olduğu.
Atom bombasının babası, Oppenheimer'ın hayatının ufak detayları sizlerle. İyi dinlemeler.
Güneşi gölgede bırakan patlama, 21 kiloton TNT'ye eşdeğer ve şimdiye kadar görülmüş en büyük patlamaydı. 160 kilometre öteden hissedilen bir şok dalgası yaratmış mantar şeklindeki bulut gökyüzünde yükselirken
Oppenheimer'ın yüz ifadesi muazzam bir rahatlamaya dönüşmüştü. 1960'larda yapılan röportajda,
Oppenheimer, patlamadan sonraki anlarda Hindu kutsal kitabı Bhagavad Gita'dan bir dizinin aklına geldiğini söylemişti. Şimdi ben ölüm oldum.
Dünyaların yok edicisi. Zaten patlamanın olduğu gün Oppenheimer sinirsel olarak çok yorgundu.
Atom bombasını tasarlayan ve inşa eden Manhattan projesinin direktörü olarak geçirdiği 3 yılın ardından 52 kiloya kadar düşmüştü. O gece çok az uyumuş, endişesi ve sigara tiryakisi öksürüğü onu uyutmamıştı.
Sonraki anlarda, Oppenheimer'ın bir dizinin aklına geldiğini söylemişti. Ve o gün, Oppenheimer'ın bir dizinin aklına geldiğini söylemişti.
Ve o gün, Oppenheimer'ın bir dizinin aklına geldiğini söylemişti. Sonraki günlerde arkadaşları olacakları bildiği için onun giderek durgunlaştığını ve depresif göründüğünü anlatıyordu.
Bir sabah Japonların başına geleceklere istinaden şu zavallı insanlar ifadesini kullanmıştı. Ama bir süre sonra askeri meslektaşlarıyla yaptığı bir toplantıda bunları unutmuş,
bombanın atılacağı uygun koşulların sağlanmasının önemine odaklanmıştı. Hatta şunları söylüyordu.
Tabii ki yağmurda ya da siste atmamalılar. Çok yüksekte patlamasın.
Yoksa hedef pek hasar almaz. Denemeden kısa bir süre sonra Hiroshima'nın başarıyla bombalandığını meslektaşlarına duyurduğunda,
bir izleyici Oppenheimer'ın zafer kazanmış bir boksör gibi ellerini başının üzerinde kavuşturup havaya kaldırdığını fark etmiş. Alkışlar yükselmişti.
Oppenheimer'ın emeklerinin ürünlerine tanıklık ederken verdiği tepkilerin çeşitliliği ve yaşadığı gelgitler şaşırtıcı görünebilir. Sinirsel kırılganlık, hırs, ihtişam ve hastalık derecesinde kasveti tek bir kişi de,
hem de bu tepkileri alevlendiren bir projede bu kadar etkili olan bir kişi de bir araya getirmek zor. Biografizmin yazarları Oppenheimer'ı bir muamma olarak nitelendiriyor.
Büyük bir liderin karizmatik niteliklerini sergileyen bir teorik fizikçi. Bir bilim adamı ama aynı zamanda bir başka arkadaşının tanımladığı gibi birinci sınıf hayal gücü manipülatörü.
Anlatılana göre Oppenheimer'ın karakterindeki değişiklikler küçüklüğünden beri var görünüyor. 1904'te New York'ta doğan Oppenheimer, tekstil ticareti zengini birinci kuşak Alman Yahudi göçmeni bir ailenin çocuğuydu.
Çocukluk arkadaşları bu lüks yetişme tarzına rağmen Oppenheimer'ı cömert olarak hatırlıyordu. Bir okul arkadaşı onu, olağanüstü kolay kızaran, çok zayıf, pembe yanaklı, çok utangaç ama aynı zamanda çok zeki biri olarak hatırlıyordu.
Onun herkesten farklı olduğu belliydi. 9 yaşında Yunanca ve Latince felsefe okuyordu ve mineralojiye kafayı takmıştı.
Central Park'ta dolaşırken buldukları hakkında New York Mineraloji Kulübü'ne mektuplar yazıyordu. Hatta mektuplarından onu yetişkin sanmış ve sunum yapması için kulübe davet etmişlerdi.
10-11 yaşlarında utanarak bu kulüpte söyleşiye katılmış ve konuda uzman bilim adamlarını hem güldürmüş hem de şaşırtmıştı. Bird ve Sherwin yani biyografisinin yazarları entelektüel yapısının genç Oppenheimer'ın yalnızlığına katkıda bulunduğunu yazıyor.
Bir arkadaşı, ''Genellikle yaptığı ya da düşündüğü şeyle meşgul olurdu.
Diğerleri gibi olmadığı için sık sık dalga geçilir ve alay edilirdi. Ama ailesi onun dehasına inanıyordu.''
Oppenheimer daha sonra bu aileyle ilgili ''ailemin bana olan güveninin karşılığını nahoş bir ego ile ödedim'' diye yorumlamıştı. Kimya okumak için evden ayrılıp Harvard Üniversitesine gittiğinde Oppenheimer'ın psikolojik kırılganlığı ortaya çıkmıştı.
1923 tarihli bir mektubunda yoğun çalışmasına değindikten sonra birkaç kayıp ruhla bilgece konuşuyorum. Hafta sonu düşük dereceli enerjiyi kahkaha ve yorgunluğa dönüştürmek için gidiyorum.
Yunanca okuyorum, gaf yapıyorum, masamda mektup arıyorum ve ölmüş olmayı diliyorum.'' diye yazmıştı. Alice Smith ve Charles Weiner'ın 1980'de derlediği mektuplar sorunların Oppenheimer'ın daha sonra İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'ndeki lisansüstü eğitimi boyunca devam ettiğini gösteriyordu.
Hocası Oppenheimer'ın zayıf yönlerinden biri olan uygulamalı laboratuvar çalışmalarına ısrar ediyor. O ise 1925'te,
''Oldukça kötü zaman geçiriyorum.'' diye yazıyordu. ''Laboratuvar çalışmaları çok sıkıcı ve o kadar kötüyüm ki bir şey öğrendiğimi hissetmiyorum.'' diyordu.
Ve bunların ardından dengesiz adamın bir dengesiz hamlesi daha geliyordu. O yıl Oppenheimer laboratuvar kimyasallarıyla zehirlenmiş bir elmayı kasten öğretmeninin masasında bıraktığında bir felaketten geri döndü.
Hocası elmayı yemedi. Ama Oppenheimer'ın Cambridge'deki yeri riske girdi.
Ancak psikiyatriste görünmesi şartıyla devamı mümkündü. Psikiyatrist,
şizofrene teşhisi koydu. Ama daha sonra tedavinin işe yaramayacağını söyleyerek Oppenheimer'ı başından savdu.
O dönemi hatırlayan Oppenheimer, daha sonra Noel tatilinde intiharı ciddi ciddi düşündüğünü söyleyecekti.
Ertesi yıl Paris'e yaptığı bir ziyaret sırasında, yakın arkadaşı Francis Ferguson ona kız arkadaşının evlenme teklifi ettiğini söyledi.
Peki sizce bu adam bu mutlu haberin karşısında ne yapmıştır? Oppenheimer arkadaşının verdiği bu güzel habere karşılık,
onu boğmaya çalışıyor. Ferguson,
arkamdan bir bagaj kayışıyla üzerime atladı ve boynuma doladı. Kenara çekilmeyi başardım ve ağlayarak yere düştü diyordu.
İşte böyle dengesiz bir dahiden bahsediyoruz. 1926'ların başlarında,
Almanya'daki Göttingen Üniversitesi'nde Teorik Fizik Enstitüsü'nün müdürüyle tanıştı ve orada çalışma teklifi aldı.
Bu onun fiziğe adım attığı bir dönüm noktası olacaktı. Burada doktorasını tamamladı,
teorik fiziğin gelişimine yön veren, bir topluluğun parçası oldu
ve hayat boyu arkadaşı olacak bilim insanlarıyla tanıştı. Ardından ABD'ye dönen Oppenheimer,
fizik kariyerine Kaliforniya Üniversitesi'nde devam etmeden önce Harvard'da birkaç ay geçirdi.
Bu dönemdeki mektuplarının tonu, daha istikrarlı bir zihin yapısını yansıtıyordu.
Küçük kardeşine romantizmden ve fizikle ilgilenmeye devam ettiğinden bahsediyordu. Buraya kadar gelgitleri de gördük,
normal bir yaşantıydı. Ama 1930'ların başında,
akademik kariyerini güçlendirirken, Oppenheimer bir yandan da,
hindi kutsal metinlerini keşfetmiş, çevrilmemiş Bhagavad Gita'yı okumak için Sanskritçe öğrenmişti.
Daha sonra şu ünlü lafı, ''Şimdi ölüm oldum'' alıntısını o kitaptan yapacaktı.
Görünüşe göre ilgisi sadece entelektüel değildi. Aynı zamanda 20'li yaşlarında prostile başlayan,
kendi kendine uyguladığı edebi terapinin bir devamı gibiydi. Bhagavad Gita, aristokrat bir ailenin iki kolu arasındaki savaşı anlatan bir hikayeydi.
Ve Oppenheimer'a Manhattan projesinde karşı karşıya kaldığı, ahlaki soruna doğrudan uygulanabilecek felsefi bir dayanak sağladı.
Yani artık bahane miydi yoksa gerçekten bir dayanak mıydı, onu Oppenheimer'dan başkası bilemez sanırım.
Bhagavad Gita görev, kader ve sonuçtan bağımsız olma fikirlerini vurguluyor ve sonuçlardan korkmanın,
eylemsizlik için bir gerekçe olarak kullanılamayacağını savunuyordu. 1930'ların ortalarında Oppenheimer,
aşık olduğu psikiyatrist ve doktor Jan Tatlock ile de tanıştı. Tatlock'un karmaşık karakteri Oppenheimer'ınkine benziyordu.
Çok okumuş ve sosyal vicdanla hareket eden biriydi. Hatta Oppenheimer'ı radikal siyasetle onun tanıştırdığı söylenir.
Tatlock'a birden fazla kez evlenme teklifi etmiş ama Tatlock onu geri çevirmişti. Oppenheimer, 1940 yılında biyolog Katherine Harrison ile evlendi.
1939 yılında fizikçiler nükleer tehdit konusunda politikacılardan çok daha endişeliydi ve konuyu ABD hükümetindeki üst düzey liderlerin dikkatine ilk olarak
Albert Einstein bir mektupla getirmişti. Tepki yavaş oldu ancak bilim camiasında alarm dolaşmaya devam etti
ve sonunda başkan harekete geçmeye ikna edildi. Ülkenin önde gelen fizikçilerinden biri olan Oppenheimer,
nükleer silah potansiyelini daha ciddi bir şekilde araştırmaya başlamak üzere görevlendirilen birkaç bilim adamından biriydi. Eylül 1942'ye gelindiğinde kısmen Oppenheimer'ın ekibi sayesinde bir bombanın mümkün olduğu ortaya çıktı
ve geliştirilmesi için somut planlar şekillenmeye başladı. İşte burada işler biraz daha karıştı.
Burt ve Sherwin'e göre Oppenheimer, adının bu projenin lideri olarak geçtiğini duyunca hazırlıklara başladı.
O sırada bir arkadaşına ''Bütün komünist bağlantılarımı kesiyorum.
Bunu yapmazsam hükümet beni kullanmakta zorlanacak. Ulusu olan yararlılığımı hiçbir şeyin engellemesine izin vermek istemiyorum.'' demişti.
Hatta bu komünizm bağlılığından ötürü Einstein ona geçmişte ''Budala'' demişti. Bu laftan sonra Einstein şöyle diyecekti
''Oppenheimer'ın en büyük sorunlarından biri kendisini sevmeyen bir şeyi, ABD hükümetini sevmesidir. Vatanseverliği ile memnun etme arzusu işe alınmasında açıkça rol oynamıştı.
Manhattan Projesi'nin askeri lideri General Leslie Gross, bomba projesi için bilimsel yönetici olarak Oppenheimer'ı önermiş,
bilimsel yeteneklerinin yanı sıra aşırı hırsına da dikkat çekmişti. Bu anlattıklarım eşliğinde Oppenheimer,
Las Alamos'ta aykırı ve disiplinler arası inançlarını her yerde olduğu gibi uyguladı. Avusturya doğumlu fizikçi Otto Frisch,
1979 tarihli otobiyografisinde Oppenheimer'ın
sadece gerekli bilim insanlarını değil, aynı zamanda bir ressamı, bir filozofu ve diğer birkaç beklenmedik karakteri de projesinde işe aldığını,
onlar olmadan bir medeni topluluğun eksik kalacağını hissettiğini hatırlatıyordu. Ama dedim ya, bu adam gerçekten dengesiz ve güvensiz hissettiriyor bana.
Anlattıklarımdan iki ayrı bölüm seçsem, birisinde evet bu adam iyi bir adam denilecek,
seçtiğim diğer bölümde şeytani diye adlandırılabilecek bir düşünce yapısına sahipmiş. Gerçi az sonra daha iyi anlarsınız.
Savaştan sonra Oppenheimer'ın totumu değişmiş görünüyordu. Nükleer silahları, saldırganlık, sürpriz ve terör araçları,
silah endüstrisini de şeytanın işi olarak tanımladı. Ekim 1945'teki bir toplantıda Başkan Truman'a
ellerimde kan olduğunu hissediyorum demesi meşhurdur. Truman ise şöyle demişti,
ona kanın benim ellerimde olduğunu söyledim. Bırakın bu konuda ben endişeleneyim.
Bombanın geliştirilmesi sırasında, Oppenheimer kendisinin ve meslektaşlarının etik tereddütlerini gidermek için onlara,
bilim insanları olarak silahın nasıl kullanılacağına dair kararlardan sorumlu olmadıklarını, sadece işlerini yapmakla yükümlü olduklarını söylemişti.
Eğer varsa kan politikacıların eline bulaşacaktı. Ancak bomba kullanıldıktan sonra Oppenheimer'ın bu konudaki güveni sarsılmış gözüküyor.
Savaş sonrası dönemde, Atom Enerjisi Komisyonu'ndaki görevi sırasında hidrojen bombası da dahil olmak üzere
daha fazla silah geliştirilmesine karşı çıktı. Gerçekten bir öyle ve bir böyle diyen bir adam.
Bu az önce bahsettiğim karşı çıkma çabaları, Oppenheimer'ın 1954 yılında ABD hükümeti tarafından soruşturmaya tabi tutulması
ve güvenlik izninin elinden alınmasıyla sonuçlandı. Akademik camia onu savunmaya geçti.
Russell 1955'te The New Republic için yazdığı yazıda, soruşturma güvenlik açısından oldukça vahim hatalar yaptığının inkar edilemez olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak sadakatsizlik ya da hainlik olup, hukuk olarak değerlendirilebilecek herhangi bir kanıt yoktu.
Bilim adamları trajik bir ikilem içinde kaldılar diye yazmıştı. 1963'te ABD hükümeti,
siyasi rehabilitasyon jesti olarak kendisine Enrico Ferne ödülünü verdi. Ancak ölümünden 55 yıl sonra,
yine 2022'de, ABD hükümeti güvenlik izninin elinden alınma kararını bozdu ve
Oppenheimer'ın sadakatini teyit etti. Yani bizim kanalda yaptığımız Sacco-Vanzetti olayı gibi,